Kötü film afişleriyle daha sık karşılaşır olduk. Ortak noktaları da filmdeki bütün kafaları aynı kompozisyona sokma arzuları. Adım başı bu tip afişleri gördükçe, nasıl uygulandığından bağımsız olarak tarzın kendisi de sevimsizleşmişti zaten. Ancak bu arkadaşların afişi teknik olarak da bahsettiğim tarzın en kötü uygulaması herhalde. Ya temelli kolaja girişin, bir bütünlüğü olsun ya da o kafalar illa görünecekse her şeyin bir yolu yordamı var: Misal
Gazetelerde böyle manzum köşe yazmayı yeniden moda haline getiren Gündüz Vassaf olmuştu malesef. Sıkı takipçilerinden biri olduğu anlaşılan Orhan Can'ın alamet-i farikası ise söz konusu "tür"ü spor sayfalarına da taşımış olması. Orhan Koçak'ın, Leyla Erbil'in Cüce adlı novellası için getirdiği "Son dönemin en önemli, çünkü en yalansız, yalansızlığı içinde en güzel, en ihtişamlı yapıtlarından biri. Artık ancak başka bir şey yapılabilir." şeklindeki yorum, Orhan Can'ın poetikası için de geçerli. Tamam da başka ne yapacağız diye düşünenler için: Bakkala gidilebilir, eğer varsa yatırılmamış faturalar yatırılabilir, dışarı çıkmak istenmiyorsa da evde durup pilav falan yapılabilir. Ben sonuncusunu yaptım.
biz türkik kargoyuz / alternatif rock yaparız / bazen şarkı sözü yazamayız / tutmuş formüllere bakarız. / teoman, rammstein, metallica / bir fahişe şarkısı yazmış mutlaka / hiç fahişe tanımadık biz ama / otursak biz de yazarız aslında! / başka bir tema daha bulmalı / bir oksimoron yaratmalı / oryantal de olsun oynamalı / eurovizyona gideriz olmadı...
1930'larda bir Akşam gazetesi alırsanız Orhan Selim'i okuyabilirdiniz. Güncel olayları nüktedan bir üslupla ince ince işler, bilinç yükseltirdi Orhan Selim takma adını kullanan Nâzım Hikmet. 1940'larda Marko Paşa alırdınız böyle şeyler okumak için. 1950'lerde ise Aziz Nesin Akşam'da, Haldun Taner Tercüman'da yazıyordu. Gelenekte bir kopukluk mu oldu sonra, bilemiyorum. 5 aya kadar Aydınlık'ta yazan Ferhan Şensoy'u ya da aynı gazetede hâlâ yazmayı sürdüren Levent Kırca'yı saymazsak, uzuuun bir süre bu güzide türün sadece bazı minör örneklerini sergileyen Mustafa Balbay ya da Yılmaz Özdil gibi dilbazlarımız göze çarpıyordu. Ama neyse ki Erhan Nalçacı çıktı ve eşsiz klavyesiyle bizi 70 yıl öncesine götürdü. Bir solukta okudum. Ölüyordum.
Evrensel gazetesinde Michel Rogalski'nin bir yazısı çevrilmiş. Yazının başlığı ("Tüpünden çıkan macun, geri girmez") ya Michel'in dilinde çok yerleşik bir atasözü ya da yeryüzündeki en ilgisiz, en zorlama benzetme. Geri de girer ayrıca. Bakkaldan aldığın diş macununu sence nasıl doldurmuşlar, a Michel? Doğrudan onun içinde mi üretmişler, ne dersin? İzle, belki bir fikir verir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)